31 Temmuz 2012 Salı

İrmik Helvası

çocukken en çok özenilen şeyin başında gelir doğumgünü kutlaması; sevdiği tüm arkadaşlarının o gün yanında bulunması, büssürü hediye, beyaz kremalı meyveli pasta... elbette ki o pastanın şeklinin de doğumgünü sahibine özel bi şekilde tasarlanmıştır, üstünde de kaç yaşındaysa o kadar mum vardır. doğumgünü çocuğu heidi'nin elbisesini giymiştir.
çocukken önem verdiğim tüm bu ayrıntılardan sadece meyveli pastayla (özel bi şekli yoktu) heidi'nin elbisesi (uzaktan bi benzerlik vardı) olayını tutturabilmiştim. asla hiçbi arkadaşım doğumgünüme gelmedi. yazın ortasında doğmak; lanetin ta kendisiydi. hepsi tatildeydi. 

temmuzun öldüğü gün doğdum ben. harry potter'la aynı gün.



bi çok doğumgünümde annemle babam olmazdı. babam zaten doğum tarihimi asla bilmez. ama o gün çaktırmayıp ertesi gün ''dün benim doğumgünümdü baba ya!'' desem hayret ve üzüntüyle bi elini diğerine vurur pasta almaya giderdi. ilgisizliğinden değil de adam kendi doğum tarihini bile bilmiyor lan. 1 ocak yazmışlar zamanında. benimkini nasıl aklında tutsun. zaten bunlar kapitalizmin oyunuydu ki.



yıllardır doğumgünüme yaklaştıkça gün sayarım. temmuza girdik mi iptalim zaten. bi hafta kalaysa beklentiler/umutlar yükselir. asla kendi doğumgününü unutacak kadar yoğun çalışan, lamba açıldığında karşısındakileri gördüğü için şaşıran bi insan olmayacağımı biliyorum. niye bu kadar önemli ya da niye bu kadar önemsemişim? ukte olarak kaldığındandır, diyorum. mantıklı bi açıklama gibi geliyor bana. çocukluğumdan bu yana hiç hayalimdeki gibi bi doğumgünü olmadı. bütün sevdiklerim istisnasız yanımda olmadı. ulan annem babam yanımda yoklar bırak eşi dostu arkadaşı...



yaylada nenem ve dedemleyiz. annemler ancak bi kaç gün sonra gelebilecekler, çünkü babam çalışıyor. haftasonuna denk gelmişse doğumgünüm sıkıntı yok. ama genelde perşembeye cumaya denk gelirdi. ve annemler yetişmeye çalıştıklarını söyler, yetişemezlerdi. oysa ben sabahtan dedemin elini tutar, yukardaki bakkala giderdik. bir sürü balon alırdık. dedem küçücük bakkalda uzun uzun dolaştırırdı beni, tüm rafları inceletirdi. aldığım bi bisküvi ya da bi gofrete bıyık altından gülerek bakar; ''bak şunu da seviyordun sen. şu da yeni mi çıkmış? onu da al.'' derdi elleri arkasında bağlı, çenesiyle göstererek. sonra bahçelerden geçe geçe eve gelirdik ellerimizde siyah poşetlerle. 

yaptığım resimlerle, kestiğim katladığım süslerle evin en güzel odası olan arkadaki banyolu odayı süslerdim. dedemle balonları şişirirdik. elinden kaçan balona tüm varlığıyla söverdi dedem. duvarlara bantlardım balonları. akşama kadar beklerdim. annemler süpriz yapıp gelecek diye. eğer cuma akşamı değilse gelemezlerdi. hınçla süsleri sökerdim. gözlerim dolu dolu ellerimi bağlayıp televizyonun karşısındaki kirevite otururdum. pencerenin demirlerine yüzümü dayar tül perdeyi kafamın arkasına atardım. bahçenin ilerisindeki caminin füzeye benzeyen minaresine bakardım. elma ağacıma bakardım. caminin arkasındaki çaydanlık takım yıldızını çıkarır, sağda (doğu demek istiyorum burada aslında) ceviz ağacının arkasında, yaprakların arasında teraziakrep ve yayı görmeye çalışırdım. ceviz ağacının haşmetine saygı duyardım. dedem de kaçamak bakışlarla beni kontrol ederdi. nenem ortadan kaybolurdu. o sırada şeker ve irmik kokusu alırdım. işte o an hissedilen şey; buruk sevinç. buruk nasıl bi sıfattır, kelimeye ne anlamı veriyor; onu net bi şekilde anladım o zaman. 
nenem, büyücek bi tabakta fuji dağı şekli verilmiş etrafına çatalla desen yapılmış irmik helvasıyla çıkardı mutfaktan. sonra dolaptan beyaz (ki beyaz varsa şanslıyım, genelde kırmızı burgulu eşşek kadar olurdu) bakkal mumu saplardı ortasına. dedem gülerek ''iyi ki doğdun Berit!'' der alkışlardı. ''çok seviyorum sizi çocuklar'' tarzında, bi kolumla birine bi kolumla ötekine sarılırdım. annemler de bok yesin gelmesinler çok da umrumda! ulan işalla güzel hediye almışlardır ya. babam probis aldıysa affedebilirim bile.



yayla dönemi kapanıp yazları dersane dönemim başlayınca her sene toplamda iki arkadaşımla kutladım doğumgünlerimi. o iki arkadaşın kim oldukları değişirdi ama asla üç kişi olmazlardı.

gece harry'nin doğumgününü kutlar, oturup bi dilim pasta daha yerdik. j.k. de katılırdı bize, kola doldururdum bardağına.


ne zaman bu hevesli bekleyiş biter merak ediyordum. bu yıl son bi hafta kalana kadar baktım; hâlâ da heves ediyor(d)um. haftaiçi çalışan arkadaşlarımdan ötürü haftasonu bi toplanalım dedik. zaman ilerledikçe eve girip çıkan simalar değişti. güldük, içtik, eğlendik, saçma sapan shotlı bi oyun oynadık. ''ms'yi eşekler severken'' cümlesini tamamlayamadan içkiler bitti neyseki de yırttım. ertesi gün öğleden sonraya kadar uyumadık konuştuk. diğer günlerden hiçbi farkı yoktu. biraz angut arkadaşlarım olduğundan mı acabası, doğumgünü çocuğu yerine komadıklarından mıdır, ne bilim çok sıradandı bre. 



yıllarca süpriz bekledim. bugün hiç hevesim yok. yarın da yalnız geçirmek istiyorum. bi süredir kendimle başbaşa kalamamıştım zaten sürekli yanımda birileri vardı. yarın *mına koyduğumuz evi ve bulaşıkları yıkayacağım. sonra nereye gideceğim bilmiyorum. bi planım var ama. akşamüstü hava çekilir bi hâl alınca moda'ya gitmeyi planlıyorum. denizi izler sonra resim yaparım. kayalıktan kayalığa zıplaya zıplaya sahili baştan sona gezerim. moda'nın en sevdiğim yanı o zira. kayadan kayaya zıplamak. bi de düz bi kayaya uzanıp gökyüzünü izlemek.selçuk erdem'in karikatüründeki ters duran kaplumbağa'nın uçtuğunu düşünmesi gibi. dünyanın en şahane hissi. arka fonda beirut da olursa tadından yenmez. en güzeli de bunların hepsini yalnız yapmak olacak. 



şimdi düşününce müthiş ironi varmış aslında. insanlar öldükleri zaman irmik helvası yapılır, dağıtılır. hayrına yapılan muhterem, fonksiyonlarını sonsuza dek kaybettiğinden ötürü kendi helvasını yiyemez tabii. ben doğumgünlerimde helva yiyordum. öldüğümde de yaş pasta dağıtsanıza lan! ehe ne güzel bence ki! ama beyaz kremalı, meyveli, muz yoğunlukta ha bi de antep fıstığı da olsun.



6 Mayıs 2012 Pazar

Başlık Düşündüğüm Kadar Yazıyı Düşünmüyorum Lan!


Tuhaf bir kadın Ebru Gündeş. Nerde/nasıl/ne zaman çıkacağı belli olmuyor. Hususi olarak dinlemeseniz bile en olmadık anda çıkıp durduk yere insanın *mına koyuyor.

Dün, ağdacıda tüm albümünü dinlemiş olmalıyım. 3. şarkıdan sonra ağdacım: ''Ebru'yu çok severim ben'' dedi, o an onaylıyor gibi yapıp bi nevi muhabbet mi etsem diye düşündüm, sessiz kaldım sonra. Sürekli muhabbet kuracağım diye esnafı, taksiciyi, bakkalı onaylayıp duruyordum. Bu sırada bacağımdaki acıya yoğunlaşmamak için farklı metodlar deniyordum; duvarın eski rengini hatırlamaya çalışarak kendime yoğunlaşacak bir nokta buldum. ''pembeydi galiba''.
''cart!''
''Sağ duvarda kedi çıkartması vardı. hmm bi de kelebekler vardı.''
''cart!''
Odanın eskisiyle yenisi arasındaki 7 farktan sonra lambayı incelemeye başladım. Kareydi.
''Işığı daha net yayıyor olmalı. Yuvarlak olsa ışık nasıl düşerdi acaba?''
''cart!''

Artık kafamı takacak bir şey bulamamıştım. işte burada devreye Ebru Gündeş girdi. Daha önce duymadığım şarkıları çalıyordu. Hoş kaçak'tan başka bi de çingenem şarkısını biliyorum (aa bi de şey vardı: akıllı ol dırınım senin aklını aalırıım!) Herneyse. ''Yeni albüm mü yoksa ağdacım kendine best of mu yapmış acaba?'' dedim. Dinlemeye başladım. Ardı ardına gelen şarkıları bi öncekiyle aynıydı benim için. Sözler, tema, melodi, müzikalite. Dinlemeye devam ettim, bi şarkısında şöyle diyordu: hiçbir zaman unutmayı denemedim.

O andan itibaren fiziksel acım yok oldu. Kayboldu. Nasıl lan... Buna benzer zilyon tane şarkı var, biliyorum. Ama bi sinirim bozuldu. O an ağdacıda değildim de sanki Ebru Gündeş bendim, sahilde yürüyüp uzaklara bakıp daha sonra hüzünle başımı iki yana sallayarak klipte oynuyordum. O an konu olarak tıkanmış dizinin ''flashback de yaptık hımm şimdi de karakterin acı dolu yürüyüşüne fon müzik ekleyim'' diyen senariste kurban gitmiştim sanki. Böğrüme öküz oturdu. İç sesim donup kalmıştı; ''burada, tam da bu halde hatırladığın o mu yani? bravo olm valla bravo...'' diye düşünüyor olmalıydı.
''cart!''

''Bitti. Başka bi şey var mıydı canım?''
Sesimi kontrol edebilmek için öksürdüm: ''almışken devam et ya. nereyi görüyorsan yapıştır ağdayı, valla.''
''Bi de az önceki şarkıyı bi daha açtırır mısın? sesi de kökle...''

Üniversite yıllarında ruhumu sıkıştıran, depresif, kurabiye sesli entel adamları dinleyen ablamın mezun olduktan iki yıl sonra çektiği aşk acısı sebebiyle İbrahim Tatlıses dinlediği dönemi aklıma geldi. ''Napıyorsun abla sen? Titre ve kendine gel! Güzel sanatlar okudun sen! 4 yıl boyunca eski, deforme olmuş, siyah hırka ve boya bulaşmış kot giyerek dolandın kampüste!'' diye yakarışımı hatırladım. Ha yine de kurabiye sesli depresif adamlardansa ibrahim tatlıses daha bi çekilirdi.

Müslüm Gürses eşliğinde kendini jiletleyenleri de anladım bi nebze. Fiziksel acıyla duygusal acının birbirine karışması, hönküre hönküre ağlamak gibi rahatlatıcıydı.

Cüzdanımdaki bütün parayı verip pırıl pırıl çıktım ağdacıdan.

25 Aralık 2011 Pazar

Başlığı Hikâyenin Son Cümlesi Olan Yazı

İlk defa yazacak çok şeyim olmasına rağmen yazma isteğim yok.Hem de hiç yok.Bazı şeyler tamamen değişiyor.

Ama hâlâ dünyanın en rahatlatan faaliyeti; yazmak.

Son 4 aydır hiçbir şey yazmamışım.Yazacak anlatacak hiçbir şey bulamamıştım.Daha sonra Nazlı: ''Bunu yazsana işte bloga!'' dediği bi-iki olay oldu, ''a değil mi ya bunu da yazayım!'', ''a şu da vardı'' derken aklımda 3-5 konu oluştu aslında.Ama türlü bahaneler bularak açıp da bloga yazmadım.

Eskiden gazete boşluklarına,fişlere varana kadar boş bulduğum her yere yazardım.Amına koyim hiçbi şey yazmak istemiyorum!

Hayatta en kötü davrandığım ama yakamdan bi türlü düşmek istemeyen dostum; yazı yazmak.Ben ki sosyal fobimle kemküm takılarak adam gibi konuşamazken hep kağıda kaleme sarıldım.Beni hep rahatlattığı doğru; kimi zaman sayesinde yüksek notlar aldım,dikkat çektim,övgü aldım.Kimi zaman yazdıklarım başıma iş açtı.Gerçekler babam tarafından yanlış anlaşıldı,en özel hayallerim -hedeflerim- annem ve abim tarafından dalgaya alındı.Arada küsüp yazdığım her şeyi yırttım.Bi ara evdekiler okumasın diye tüm yazdıklarımı yok ettim.Her şeye rağmen o bana küsmedi,beni bırakmadı, neyse ki...

Yazı yazmayı öğrendiğimden beri elimden kalem eksik olmadı.Kalem ve kağıt bir parçam olunca bilgisayara,times new romana,klavyeye pek alışamadım.Biraz da bu yüzden burada pek yazamıyorum.

Her neyse bi yerden başlayayım,bi şekilde bu yazı oluşacak gibi görünüyor.

Çok mutsuzum.Ya da değilim, bilmiyorum.Bu çok tuhaf bi his, sanki şey gibi mutsuzluğun son noktasındaymışım ve bu nokta artık acı çektirmekten ziyade hiçbir şey hissettirmiyormuş gibi.Üzgün görünmüyorum.Ağlamıyorum.İnsanlara dert yanmıyorum.Gülüyorum.Uyuyorum.Sürekli uyuyorum,çok uyuyorum.Dışarı çıkmıyorum.Gerçekten mutsuz değilim.Hiçbir şeye üzülemiyorum.Az önce Nazlı'nın yılbaşı hediyesi (2010) terliğin ucunu yaktım ufo'da.''Bi parça dikerim oraya olur biter ya.''dedim.Eskiden olsa kahrolur oturur ağlardım herhalde.Dünyanın en imkansız aşk şekillerinden biriyle aşık oldum, (eve çıktım) ev arkadaşlığı benim hayalimdeki gibi değil (zilyon tane sorunumuz var küçük ama etkili.evime istediğim zaman istediğim arkadaşımı çağıramamam gibi), İstanbul'daki en yakın arkadaşımı kaybettim,3.sınıfa geçememe gibi bi ihtimalim var,okuduğum bölümden ve ilerde yapmak zorunda kalacağım meslekten tiksiniyorum,hayal dünyamda yaşıyorum,sürekli kaybediyorum,kazandığım zamansa farketmiyorum.

Şimdi burada ''İstanbul'daki en yakın arkadaşım''a dönmek istiyorum,en çok sevdiğim insana.Nazlı tabii ki.Başta bi inanamadım,nasıl aramız açılır bi dakka ya imkansız bu diye afalladım.Sonra alışkanlık evresi geldi.Daha önce de yakın dostlarımı kaybetmiştim.Yalama yaptı sanırım.Ezgi bi kaç kere küsmüştü bana,geri döndü geri gitti.Sonuncusunda 1 yıl hiç görüşmemiştik.Sonra bir gün aniden aradı, konuştuk, ağlaştık ve ben niye küstüğünü, beni nasıl kırdığını unuttum.Eğer bir gün Nazlı'yla arkadaşlığımız devam ederse yine unutacağım; neden darılmıştım, beni kırarken neler söylemişti.Ama bu sefer bi şeyler eskisi gibi olmayacak, çünkü benim en anlayışlı dostum, beni en iyi tanıyan dostum gönlümü almaktan çok uzak.Benim beni en çok düşünen dostum, bana en bencilce davranan dostum oluverdi.Yıllar yıllar önce ona hep ''insanları bu kadar düşünme.onları kırmayacağım diye kendini bu kadar üzme.öncelik sensin.önce kendini düşün,kendini kırma.hatta baktın karşındakini kırmamak için sen kırılıyorsun,o zaman karşındakini kır!sana bi şey diyim mi?sana bi şey olmasın,sikerim geriye kalanları!'' diyordum.O da üzgün üzgün bakıp ''Berit...'ben' yapamam işte...'' diyordu.Bir anda benim öğütlerimi tutuverdi.Ve ilk kırılan ben oldum.(Burada Dr.Frankeinstein sendromu yaşayıp 'bunu ben yarattım' diye dizlerim üzerine çöküp kraş kraş yıldırım efektleriyle ağlayabilirim.Ama inanın hiç keyfim yok.) Zaten daha sonra bu söylemlerim yüzünden bencillikle suçlandım.Kendi ağzımla söylediğim laflar kanıtıydı, ben karşımdakini düşünmeye başladığım zaman benimle konuşmak istediğini söyledi.Şaşırdım.Daha önce bana kimse bencil olduğumu söylememişti.Ben sadece olması gerektiği kadar kendimi düşünen biriydim?Bunun sebebi de eğer siz her şeyinizi insanlara verirseniz onlar daha fazlasını isteyerek size ait olan her şeyi alır.Ve geride mutsuz biri olarak kalırsınız.Hı benim hiç mi kimseye her şeyimi verdiğim olmadı?Verdim.Ama herkese değil.Benim anlatmak istediğim buydu.Ama karşımda kırıldıkça kıran bir Nazlı doğdu.Farkımız şuydu; ben kırıldıkça kıramayanım.Kızdığında feleğini tanımayıp alakası olan olmayan herkesi ciddi şekilde kıran bir insanım.Kırıldığım zaman sanki ilk defa bu hissi yaşamış gibi şaşırıyorum.

Şaşkınım.Bir yandan da alışmış.

Alışmış olmanın verdiği rahatsızlık ve huzurla aptal oldum.Mal gibiyim.''Nasılsın?'' sorusuna ne cevap verebilirim bilmiyorum.Kötü değilim.İyi de değilim.Mutlu değilim.Ama üzgün de değilim.Yalnız değilim.Ama yalnız hissediyorum.Kırgınım.İlk defa kızgın değilim.''Kırgın değilim, kızgınım'' demiyorum ilk defa.Artık öfkeli değilim.Artık kendimi sevdiğimden emin değilim.İlk defa hiçbir hedefim yok ilerisine dair.Boğazımda bir yumruk var,gözlerim yanıyor ama ağlayamıyorum.Daha önce hiç bu kadar zor bi durumda olmamıştım.Ve bu kadar güçlü.İlk defa birini arayayım,biriyle konuşayım,biri beni bu durumdan kurtarsın,biri beni düştüğüm yerden kaldırsın,biri beni teselli etsin diye düşünmüyorum.Kimseye ihtiyacım olmadığını hissediyorum.

Benim geldiğim yerde insanlar olaylar karşısında susan,tepki vermeyen insandan korkarlar.Çünkü tepki veren,ağlayan ya da hırçınlaşan bağırıp çağıran ya da uysallaşan insan içindekileri atan ve sonunda rahatlayacak olan insandır.Ama susup tepki vermeyen ne hissettiğini göstermeyen insan nasıl huzur bulacak nasıl atlatacaktır?''Ağla açılırsın'' ya da ''bırak hırsını alsın'' vardır, ''ne zaman patlak verecek kimbilir...vah vah...'' vardır.Şimdi bu yeni halime alışmalı mıyım?Yoksa her an patlak vereceği anı mı beklemeliyim?Babam ve Oğlum'da babası öldüğünde tepki vermeyen susup kalan çocuk gibi hiç beklenmeyen bir anda kaçıp bir ağacın altında hönküre hönküre ağlayacak mıyım?Yoksa hissiz bir insan olarak devam mı edeceğim.

Kötüler gelirken hep arka arkaya gelir derler.Şuan sınırdayım.Artık gelen iyi olmak zorunda.

Karamsar değilim, umut dolu hiç değilim.Kötü bir geleceğe alışkın,kabullenmiş gözlerle bakıyorum, iyisine inanmaz gibi dalga geçiyorum.

''İmkansız aşklar asla ölmez.Sonsuza dek yaşarlar.''(Mine Vaganti,2010,Ferzan Özpetek).İşte ben de bundan korkuyordum.
Yaşadığım kötü anları unutana kadar acı çekerim,sonra bir gün onlara dair hiçbir şey hatırlamam.Benim savunma mekanizmam böyle işliyor.Çok ağır olup travmaya sebebiyet verecek şeyleri bile unutuyorum.Kendimi unuttuğuma ikna ediyorum.Ayrıntıları hatırlamayınca bi süre sonra olay flulaşıyor daha sonra acı verecek bu anının içi boşaltılmış oluyor.Öyle bir şey olduğunu biliyorsunuz ama nasıl olduğunu asla bilmiyorsunuz.Ergenliğim kendimi durduk yere üzerek mutsuz bırakmaya çalışarak geçti.Vakit geçtikçe fark etmeden öyle çok şey türetmişim ki kendimi olduğumdan daha mutlu, daha sağlıklı kılabilmek için bunları fark edince hala kendimi tanıyamadığımı gördüm.


Şimdi,depresif yazım yüzümden;
elimi kırmaya gidiyorum.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Belikli Ergen ve Maceraları: hiç yaşanmamıştı bu...

Hayatım boyunca hemcinslerim tarafından kolay tırsıtılan biri olmuşumdur.Neden gerçekten bilmiyorum ama kadınlar bana erkeklerden daha korkutucu geliyor.Bi erkekten korktuğumu hiç hatırlamıyorum.Dedem bana karşı hep iyi davranmıştı, babamsa yumuşak karekterli bi adamdır aç olmadığı sürece sinirlendiğini görmedim.İlkokuldayken sebebini bilmediğim bi şekilde erkek öğrencileri döverdim,sanırım her zaman onlardan daha cüsseli olmamdan kaynaklıydı bilemiyorum.Ortaokuldayken dersanede bi çocukla atışmıştım, tartışmamız benim kafa atmamla son bulmuştu.Erkek olsam bu kadar cesur olmazdım.Fakat kız olunca küçüklüğümden beri hep şöyle düşünürken buldum kendimi: ''ben kız olduğum için bana bi şey yapmicak.''.Nihayetinde küfür ettiğim ya da dövdüğüm tipler dönüp bana kafa göz girişmediler; kız olduğuma dua ettim.Şu yaşımda hala sıkışırsam kafa atacağımı biliyorum.

Yıllar önce 6.sınıftayken (evet.yıllar önceydi) bi gün boş dersimizden istifade ilkokul öğretmenimizin yanına gittik.Ortaokulla ilkokulu aynı okulda okumuştum.Neyse ben ve arkadaşlarım bizim dönemimizde emekli olmayı düşünen bizden sonra öğretmenliğe devam eden öğretmenimizin sınıfına girdik.Bizi gördüğüne çok sevinmişti.Sınıftaki mini mini 1ler de oldukça keyiflilerdi.Bir anda 'abi' 'abla' olmamızın gururunu yaşıyorduk.Ayakta kalmaktan nefret eden bi an önce oturma telaşındaki ben ön sırada boş bi sırayı gözüme kestirip oturdum.Ergen vücudum her hafta 5 cm atıyordu.Vücudum oldukça şekilsizdi,Bi bel kavisim yoktu lan.Kaşlarım neyseki pek sorun teşkil etmiyordu.Ama bıyıklarım vardı.Annem sağolsun kıldan tüyden hiç hazzetmeyen bi kadın olduğu için hemen bıyıklarıma girişmişti.Sürekli gelişen ben ise ilkokul5ten beri ağda yaptığım için oldukça mutluydum zira zaten çirkindim üstüne bi de kıllı olmamalıydım.

Velhasıl oturduğum sıra Yedi Cücelerin sırası gibiydi ve ben kesinlikle Pamuk Prenses değildim hikayede var olmayan ama benim şuan ekleyeceğim Devdim.Buna rağmen görüntümün çok da farkında değildim.Hala saçımı iki kulak yapıyordum.O gün de saçımı iki tane örüp ucuna boncuklu tokalar takmıştım.Oldukça rahatsız edici bi konumda oturmaktaydım.O sırada kapı açıldı.Minik ufacık esmer (öyle böyle değil çok esmer) pembe tokalı pembe çantalı bilimum pembe aksesuarlı bi 1.sınıf öğrencisi kapıda belirdi.Geç kalmıştı.Öğretmenim bana ''Beritcim ordan kalkar mısın?'' dedi meğersem içeri giren cücenin sırasıymış.Ben de gülümseyerek kalktım ama çok pis bozuldum.Bu epesmer pembeli küçük hanım daha önce kimsenin yüzünde görmediğim vakur bi ifadeyle sırasına geçti.Çekik gözleri ve kalkık kaşlarıyla sınıfta herkesi ezecek kapasitedeki duruşuyla hemen antipatimi kazanmıştı.

Kötü bakışlarımı başka bi yöne çevirip içimdeki nefreti bastırmaya çalıştım.Çocukları kendim çocukken bile sevmezdim hele ki çirkinlerini of Allah'ım hiçbi zaman sevemedim...O sırada öğretmenimiz bi işi olduğu için sınıftan çıkacağını ve sınıfı bize emanet ettiğini söyleyip çıktı.Hocaların o ''bi işi olma'' mevzusunun aslında diğer sınıftaki öğretmenle çene çalmak olduğunu öğrenmem çok yıllarımı almadı.Ben de diğer arkadaşlarımla birlikte çocuklara ''susar mısınız?'' falan diyordum kibar kibar.Susuyorlar ama gülmelerini engelleyemiyorlardı.O dönemdeki çocuklar niyeyse ota boka gülüyor.Pembeli esmer çirkin küçük kız da habire konuşuyor tüm uyarılara rağmen susmuyordu.Bakışlarımı ona yöneltince o dönem bir çok ergen erkek arkadaşımın sahip olmak istediğinden daha fazla bıyıklarının olduğunu farkettim.Üstelik bu çirkin görüntüsünün ardında inanılmaz bi bilmişliğe sahipti.Çocukken bile bilmiş çocuklardan nefret ederdim.

Bir kaç kere uyardım.Ama bana mısın demiyordu.Bıyıklı susmayı reddettikçe sınıfın geri kalanı kuduruyordu.Yaklaştım.Kıza doğru eğildim: ''Bak yavrum,niye susmuyorsun sen de diğer arkadaşların gibi?hıı??'' dedim,tehditkar bi edayla.Bıyıklı, küçük tüylü eliyle beliklerimden birini yakaladı, çekmeye başladı.Beliğim tüylü elindeyken: ''Bana bak öğretmen benim akrabam.Bana hiçbir şey diyemezsin!'' dedi.Beliğimi elinden kurtardıktan sonra: ''ama çok ayıp...'' falan dedim ezik ezik.Nerden bilecek lan diyerekten ''benim de annem ilkokul öğretmenimdi ama ben senin gibi şımarık değildim'' yalanını söyledim.Kaşlarını kaldırdı gözlerini süzdü ağzını büzerek omuz silkti.Etrafıma bakındım göz ucuyla,kimse olayı farketmemişti.Ufacık esmer bıyıklı 1.sınıf öğrencisi, iri yarı ergen ortaokul öğrencisinin saçını çekmişti.Ve ortaokul öğrencisi sırf öğretmeninin akrabası diye bi şey diyememişti.Bu mu daha kötüydü yoksa daha ilkokullu bir çocuğun devletin herhangi pozisyonunda bulunan akrabasından kaynaklanan imtiyazının farkında olması mı?Sosyal mesajla pısırıklığımı kapatmak istiyorum.evet.

Öğretmenimiz gelene kadar esmer bıyıklı ilkokul öğrencisinden oldukça uzak bi konum ayarladım kendime.Ve hala ''neyseki kimse görmedi evet kimse görmedi oh kimse görmedi...'' diye düşünüyordum.Öğretmenimiz gelince de hemen sıvıştım sınıftan.Kendi sınıfımın bulunduğu bloga doğru giderken olanları hiç yaşanmamış varsaydım.Ufacık esmer bıyıklı 1.sınıf öğrencisinin iri yarı ergen ortaokul öğrencisinin saçını çekmemişti.Hiç yaşanmamıştı bu...

17 Haziran 2011 Cuma

Norlevo: dün seks olmuş

Adana'da doğup büyüyünce birbirinden çok farklı kültürleri öğrenemiyorsunuz.Etraftaki herkes Adana'lı.Hani subay çocukları olurdu başka şehirlerden gelenler o kadar.İlkokul arkadaşımın babası astsubaydı.Antalya'lılardı.Aramızdaki tek fark biz 'susam'a 'küncü' , 'yaban mersini'ne 'hambeles' diyorduk.Babam yazları da çalıştığı için biz hiç tatile gitmezdik.Nenemlerin yaylaya gidiyordum ben,öyle deniz-kum-güneş alışık değilim.Velhasıl Adana dışına pek çıkmadım.Bi Mersin'e giderdik(bu Kadıköy'den Kartal'a gitmek gibi bi şey).19 yıllık hayatımda Adana'dan çıkışım üniversiteyle oldu.İstanbul kozmopolit bi şehir İstanbullu biriyle tanışmanız düşük bi olasılık.Yurtta hele ülke toprağının dört bir yanından gelen büssürü insanla tanışırsınız.Büssürü farklılık,büssürü kültür.

Adana'da çok ünlü olan şeylerin ülkenin dört bi yanında biliniyor sanıyordum.Misal bicibici.Adana'da çok ünlü bi tatlıdır.Lisedeyken sadece Adana'ya özgü olduğunu öğrendim.'Sıkma' mesela vazgeçilmezdir bizim için.Ama kimse bilmiyor inanamadım.Sıkma Adana'ya özgü bi şey değil,yani öyle sanıyordum.'Çağla'yı bilmeyen arkadaşım var benim!Tabii bu sırada Trabzon pidesini,nokulu,boyozu falan öğrendim.

Kültür farklılıkları da inanılmaz.Bana çok basit gelen şeyler kızlardan kimisine ayıp geliyor.Ya da oha lan dediklerime ne var be bunda diyen oluyor.Yan odada bi arkadaşımız var,Samsunlu.Hatunun dünyadan haberi yok.Tamam çok baskıcı bi ailesi var ama insan merak eder öğrenir bişeyleri.Merak etmesen bile mutlaka bi muhabbete denk gelirsin.Ne bilim yani ben merağımdan öğrenmedim bazı şeyleri.Zaten ortaokulda rehberlikçinin bizi toplayıp anlattıklarından sonra travma geçirdim ben.Hayır bu Samsunlu buna da denk gelmemiş galiba.Ulan bi şey diyoruz geyik yapacaz o ne demek bu ne demek diye diye muhabbetin içine sıçıyor.En sonunda bi gün Gebzeli arkadaş dediki ''ya git Allah aşkına oku öğren bi yerlerden 20 yaşında kızsın ya!'' dedi.Bu da ciddi ciddi kitap alıp öğreniyim falan diyor.''Yavrum sen o kitabı raftan alıp incelemeye utanırsın,bi de satın mı alıcan??Git yaz googlea çıkanı oku.'' dedim.Ulan demez olaydım.Ertesi gün oral seksin ne olduğunu öğrenmiş,önüne gelene gözlerini aça aça anlatıyor.İnanamamış dünyada böyle bi şey olduğuna.Oda arkadaşım gülerek anlattı.Böyle hiçbirimizin bilmediği bir şeymiş gibi hayretler içerisinde ve ayrıntılarıyla anlatıyormuş.Üstünde pek durmadım.O akşam bizim odada oturuyoruz,sohbet muhabbet-kahve falan bu da benim yatağımda oturuyor: 

Samsunlu- Beriiit biliyor musun ben ne öğrendim??''
Ben- Ne öğrendin yavrum?
S- Oral seks diye bi şey varmış tamam mı.Böyle erkek, kadının-
B- Dur!Dur Allasen...Tamam biliyorum ben ne olduğunu.Hem bana mı anlatıyon lan?
S- Bilmem yani neler öğrendim ben neler.Bilmediğin bi şey olursa ben anlatırım.

Oral sekse bu kadar şaşıran mazlum ilerisi için ne hallere gelecek bilemiyorum.Erotic shoplarda iç çamaşırı satıldığını sanarak bir ömür geçirdi...Zaten iyiden iyiye beni de ailemizin Haydar Dümen'i yaptılar,yemin ediyorum ben de ne ara öğrenmişim bunları bilmiyorum!

Yetişme tarzlarımız birbirinden çok farklı tabii.Ben gece dışarı çıkmak için kırkbin takla atıyorum misal.Genellikle de yalan söylüyorum.İzin alsam annem saat başı arıyor, aradığında duymadıysam telaştan baygınlık geçiriyor falan.Gebzeli'nin ailesi de temkinli ama adam gibi izin veriyorlar,kızı sıkmadan bunaltmadan.Kız da nerde ne yapıyor gerektiği kadar rapor veriyor.Yalan söylemesine gerek kalmıyor.İzmirli var işte.O da izin almıyor,haber veriyor.St.Patrick'te bi çocukla tanıştı.Gece dağılıyoruz işte Nazlı'ya gidicez; bu çocukla gideceğini söylüyor.Ben de yeni yeni ayılıyorum zaten, bi anne moduna girdim.Nerdeyse gitmiceksin falan dicem.O gece tanıştı nasıl güveneyim?!Bi de benim sorumluluğumdaymış gibi geliyor.Neyse bu da böyle kedi gibi çocuğa bakıyor falan,Nazlı ısrar etme sana noluyor gibilerinden baktı.Ben de ''telefonun açık olsun bak.Aricam.Bulamazsam fena olur bak.'' falan diyerek gönderdim.O gece Nazlı'ya gittiğimizde kendi derdimden bizim İzmirli'yi unutur gibi oldum.Sabah uyandığımda da ilk işim bunu aradım.Öğleden sonra Beşiktaş İskelesi'nde buluşup yurda geçtik.Aralarında pek bi şey olmamıştı neyseki.Çünkü olsa ilki olacaktı,e ilkini de tek gecelik bi ilişkiye vermeyi kim ister.

Derken bu çocuğa bi daha beni arama falan demiş.Kendini kötü hissetti.İşte böyle başlayan bi ilişki nereye gidebilir kiler falan.Ama belli hoşlanmış da.Benim gazımla çocuğu feysden ekledi.Derken hemen finale geliyorum: aylardır sevgililer.İzmirli'nin yurda giriş çıkışı oldukça esnek olduğundan genelde sevgilisinde kalıyor.Sevgiliyle aynı evi paylaşmak,aynı yatağı paylaşmak elbetteki bildik sona doğru süratle götürecektir.Ve uğradığımız yer Eczane olacaktır.

Bunlar bi deniyelim demişler.Ve deney istenmeyen sonuçlar doğurmuş.Tabii ilk danıştığı ben oldum(ailemizin Haydar Dümen'i).Ben duymuştum ilişki sonrasında hamileliği önlemek için kullanılan bi ialcın varlığını,tecavüz vakalarında sıkça kullanılıyormuş.Ama varlığından emin değildim.Sonra internetten araştırdık.Ertesi gün hapı diye biliniyor: Norlevo.Ama işte hemen ertesi gün alacaksın.Neyse o gün de haftasonu.Ben de vizelere çalışıyorum bedbaht bi halde.Bu da uyanmış sevgilisinden mesaj bekliyor.Saatlerce bekledi.Mesaj gelmedi.Öğlen oldu.Saatler 16:00'ı gösterdiğinde etüt salonundan çıkıp odaya gittim.Vakit aleyhe işliyor.Hatun hamile kalacam derdini bırakmış sevgilisinin neden aramadığını sorguluyordu.''Kalk gidek şu ilacı alak'' dedim.Gittik tam bi eczane yöneldi: ''Dur!'' dedim,''ben ilaçlarımı genelde ordan alıyorum ilerdekine gidelim.''.Eczaneye geldik.Bu nasıl soracağız ne desem falan diye düşünüyor.Ben eczaneye girdim.Bayan çalışanlarla gözgöze gelmeye çalışırken,eczacı beyefendi gülümseyerek (30 yaşlarında): ''Buyrun Efendim?'' dedi.Ben de ''Norlevo var mı??'' dedim.O an yüzündeki gülümseme silindi,afalladı.''Efendim??'' dedi,duyduğuna emin olamadı.''Norlevo.'' dedim.Yanındaki bayana söyledi benimle ilgilenmesini ve gözlerini benden kaçırdı.Oldukça utanmıştı.Norlevo'yu alan bendim,utanan eczacıydı.Bendeki rahatlığın sebebi de 'ben yapmadım ki lan niye utanayım'dı.İnanılmaz bi rahatlıkla Norlevo'yu alıp çıktım.Bi günün daha kahramanı olmuştum.

Yukardaki de internet araştırmalarım sonucu denk gelen sitelerden biri.Doğum kontrol ve Paris Hilton.(Bakın çok seks yapıyor ama hamile kalmıyor.)

Eğer eczacı ben olsaydım kızarıp bozarıp yere bakmak yerine renk vermeden ilacı temin eder sonra da şöyle düşünürdüm: ''dün seks olmuş''.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Elimi Kırarım Bi Daha Depresif Yazarsam!

Hasta olmuşum, eğer şimdi bir ağrı kesici bulamazsam çok sancılı bir süreç bekliyor beni.Aha buldum yuppili!

Evet sevgili okur, benim şuan etüt odasına dönüp çalışmaya devam etmem gerekiyor. Fakat final öncesi bi kaç bi şey diyip kaçıcam.Bu blogu açtığımda hiç depresif  yazacağımı düşünmemiştim.Hatta hala yazdığımın bile farkında değildim.Gel gelelim geçenlerde arkadaşım dedi ki çok depresif yazıyorsun sen.Ben ordan ''içimizi kararttın amına koyim bu ne böyle'' mesajı aldım.Ve artık asla iç karartıcı bunalım yazıları yazmayacağıma and içerim.



1 Nisan 2011 Cuma

Le Fabuleux Destin d'Berit... (!)

Breaking The Law!
(judas priest)


Bünyemin geceleri çalışmaya daha müsait olduğunu görünce,geceleri heba etmemek için gündüz uyumaya başladım.Gece 12de yatmak yerine 12de kalkıyorum.Bugün saat 05:00 gibi ceza hukuku çalışırken (toplamda 20 sayfa çalışmayla gözlerim şaşardı.300kadar sayfa kimbilir nasıl bitecek...) daha bi kaç dakika önce okula gitme fikrim anında 'gitmicem lan'a dönüştü yine.Ve gitmedim.Msnde Nazlı'ya; ''yarın 11de Beşiktaş'tayım'' dedim.İnanmadı tabii sen 11 diyorsan kimbilir kaçta gelirsin dedi.Bir iki sayfa daha ceza okuduktan sonra uyudum.10da kalktım.

Rıhtıma doğru giderken kulaklığımdan ilk çıkan şarkı Tanju Okan-Beni Arama oldu.'Kendim bile bilmiyorum,ne haldeyim,nerdeyim...

Haldun Taner'in oraya geldiğimde James Blunt-No Bravery çaldı.Evet,kabul ediyorum depresif kız modunda klip çektim,utanmadım da değil.Her ne kadar sosyal içerikli şarkı olsada ben az İngilizcemle şu kısmını aldım : ''And i see no bravery,no bravery in your eyes anymore.Only sadness.''

11:45 vapuruna yetiştiğim için çocuklar gibi şendim.Fakat o gün bin atlı gişeleri geçemedi.Çünkü aylık Akbilim bitmişti.Yanımda hiç para yoktu(kendime not: İstanbul'da asla parasız kalma).Kredi kartıyla akbil dolumu yapmadıkları içün İş Bankası'na yürüdüm söve saya.O sırada Ayten Alpman-Ben Böyleyim'i pek dinleyemedim.Neyseki ardından Andrea Guerra-Cuore Sacro çıktı da sakinleştim.Bi ara para çekerken bir mesaj gibi Duman-Aman Aman çalması inanın sinirlerimi bozmadı değil,hani ders çalış der gibi: 'gezdim tozdum' aman aman sazdım sözdüm aman aman giderek 'üzdü' (!) bizi zaman!

12:15 vapuruna bindiğimde içim İstanbul aşkı ve depresyonla dolmuştu.Vapuru o kadar seviyorum ki...Çünkü denizi seviyorum.Güneşin denizin üzerinde yansımasını seviyorum.Vapur hareket ettikçe suyun köpüklenmesini seviyorum.Ve hava o kadar güzeldi ki!Vapur kalkarken The Mars Volta-Eat The Sun çalıyordu.

Fotoğraf çekmeyi bu kadar sevdiğimi bilmiyordum,bu şehre gelmeden önce!5 mega piksellik telefonla ne kadar sanat icra edebilirim ki ama çok özendim şu profesyonel makine işine!Fakat 2 küsurat milyarım olsa sanırım önceliğim başka şeyler olurdu.Ama işte olsa ne iyi olurdu.Geçen yıl (2010) çektiğim yüzlerce fotoğraf bozulan hafıza kartımla birlikte gitti...Şimdi moralimizi bozmadan yenilerini çekiyoruz bakalım. 5mp ile imtihan. Beirut'tan In The Mausoleum çalarken bi yandan fotoğraf çekmeye çalışıyordum bi yandan da güneşin deniz üzerindeki yansımasına defalarca aşık oluyordum.Ki telefondan fotoğraf çekerken müzik devre dışı kalıyor iyice sinirlerim bozuluyordu (çünkü bi ipodum bi de profesyonel makinem olsun istedim şu hayattan! -en azından bu dönem-).

Bi sigara molasından sonra yazıya devam ediyorum.
Vapurda rüzgarı yiye yiye Beirut dinlemeye devam ettim,Beşiktaş iskelesi görünmeye başladığında Moody Blues'dan Tuesday Afternoon çalmaya başladı.Biterken vapur iskeleye yanaştı.Yürümeye devam ettim.Bi ara karşıdan karşıya geçerken ayağım takıldı,bu sefer conversele düz yolda düşecektim!Duman-Balık çalarken ciddi ciddi yerimde duramadım.Koşar adım Nazlı'ya gittim.

Deli gibi üzgündüm.Kendimle kalmak istemiyordum.Nazlı'ya gitme amacım da buydu zaten,beni benden kurtarsın diye...Bi ara Somewhere Over The Rainbow dinledim ufaktan huzurlu görüneyim kızcağızı da daraltmayayım diye ama nerden bilebilirdim ki Serencebey Yokuşu'nu çıkarken Jamelia-Stop ardından Kurban-Ölelim Seninle son olarak da Özlem Tekin-Kimse Bilmez çalacak!Kapıyı açması için Nazlı'ya mesaj attığımda saat 1'i geçiyordu(ben 11de Beşiktaş'ta olacaktım güya...).O da yeni uyanmıştı.Zaten kalın olan dudakları iyice şişmişti.Gözleri mahmur bakıyordu.''Aç mısın?'' dedi,''Mantı yap.'' dedim.


Mantıdan sonra havadan sudan konudan konuya atlayarak anlattım durdum.Bi ara öyle oldu ki anlatma amacımı unutup başka olaylara geçtim sonra hatırlayıp bağlamaya çalıştım toparlayamadım ama yine de sosyal çıkarımımı yaptım.Bi ara çok saçma bi şeye aralıksız 10 dakika güldüm.

Hava güzel nereye gitsek derken,evden çıkmadık.Çünkü biz çok sosyaliz.Hadi Amelie'yi izleyelim dedim.İlk defa ortaokuldayken izlemiştim(insanın üniversitede ablası olması, o dönem; harika bi şey).Bir çok ayrıntıyı hatırlamıyordum.Filmi bilgisayardan izlemek zaten oldukça can sıkıcıydı.Heleki bilgisayarın fanı sorun çıkarıp filmin ortasında pat diye kapandığı an...Devamını başka bi siteden Türkçe dublajlı ve korkunç bi görüntü kalitesiyle izledik.

Eve dair özlediğim tek şeyin lcd televizyon...Gerçekten canımı sıkıyor...

Amelie'nin öyle güzel bi hayatı var ki...Bi kafede çalışıyor,kendi kendine yetiyor.Tamam yalnız...Ama kendini bundan kurtaracak zamanı var.Dersle vizeyle finalle uğraşmıyor bursunu kaybetme endişesi yaşamıyor.Sonunda sevdiği çocukla birlikte oluyor.Sevdiği çocuk da onu önemsiyor,onun için uğraşıyor,merak ediyor.Umutsuz bi aşkın peşinde değil.Sevdiğiyle karakter olarak bir yaradılmış.Bi yandan da zeki,yaratıcı bi kız Amelie Poulain.Berit'te ise bi nane yok.Ne kendine ne başkasına faydası var.Bi yandan da deli gibi benziyorum Amelie'ye!Yalnız,hayaldünyasında,arkadaşsız geçen bi çocukluk...Fakat Amelie sevimli,Amelie çok güzel gülüyor,güzel bakıyor.Bense...Gülmediğim sürece insana benziyorum.


Nazlı'dan dönerken saat 9a geliyordu.Serencebey Yokuşu'ndan koşar adım inerken Katie Melua-9 Milion Bicycles dinledim.Hayatına artık bir yön ver.Asla bi aydınlanma yaşamayacaksın asla bi işaret gelemeyecek.Bekleme hiçbi şey.Doğrul artık. dedim.Ama dinletemedim.

Kadıköy'e geldiğimde yurda gidene kadar defalarca ''monochrome''u dinledim.Çünkü... 'Anyway,i can try anything its the same circle that leads to noim tired now.