31 Temmuz 2012 Salı

İrmik Helvası

çocukken en çok özenilen şeyin başında gelir doğumgünü kutlaması; sevdiği tüm arkadaşlarının o gün yanında bulunması, büssürü hediye, beyaz kremalı meyveli pasta... elbette ki o pastanın şeklinin de doğumgünü sahibine özel bi şekilde tasarlanmıştır, üstünde de kaç yaşındaysa o kadar mum vardır. doğumgünü çocuğu heidi'nin elbisesini giymiştir.
çocukken önem verdiğim tüm bu ayrıntılardan sadece meyveli pastayla (özel bi şekli yoktu) heidi'nin elbisesi (uzaktan bi benzerlik vardı) olayını tutturabilmiştim. asla hiçbi arkadaşım doğumgünüme gelmedi. yazın ortasında doğmak; lanetin ta kendisiydi. hepsi tatildeydi. 

temmuzun öldüğü gün doğdum ben. harry potter'la aynı gün.



bi çok doğumgünümde annemle babam olmazdı. babam zaten doğum tarihimi asla bilmez. ama o gün çaktırmayıp ertesi gün ''dün benim doğumgünümdü baba ya!'' desem hayret ve üzüntüyle bi elini diğerine vurur pasta almaya giderdi. ilgisizliğinden değil de adam kendi doğum tarihini bile bilmiyor lan. 1 ocak yazmışlar zamanında. benimkini nasıl aklında tutsun. zaten bunlar kapitalizmin oyunuydu ki.



yıllardır doğumgünüme yaklaştıkça gün sayarım. temmuza girdik mi iptalim zaten. bi hafta kalaysa beklentiler/umutlar yükselir. asla kendi doğumgününü unutacak kadar yoğun çalışan, lamba açıldığında karşısındakileri gördüğü için şaşıran bi insan olmayacağımı biliyorum. niye bu kadar önemli ya da niye bu kadar önemsemişim? ukte olarak kaldığındandır, diyorum. mantıklı bi açıklama gibi geliyor bana. çocukluğumdan bu yana hiç hayalimdeki gibi bi doğumgünü olmadı. bütün sevdiklerim istisnasız yanımda olmadı. ulan annem babam yanımda yoklar bırak eşi dostu arkadaşı...



yaylada nenem ve dedemleyiz. annemler ancak bi kaç gün sonra gelebilecekler, çünkü babam çalışıyor. haftasonuna denk gelmişse doğumgünüm sıkıntı yok. ama genelde perşembeye cumaya denk gelirdi. ve annemler yetişmeye çalıştıklarını söyler, yetişemezlerdi. oysa ben sabahtan dedemin elini tutar, yukardaki bakkala giderdik. bir sürü balon alırdık. dedem küçücük bakkalda uzun uzun dolaştırırdı beni, tüm rafları inceletirdi. aldığım bi bisküvi ya da bi gofrete bıyık altından gülerek bakar; ''bak şunu da seviyordun sen. şu da yeni mi çıkmış? onu da al.'' derdi elleri arkasında bağlı, çenesiyle göstererek. sonra bahçelerden geçe geçe eve gelirdik ellerimizde siyah poşetlerle. 

yaptığım resimlerle, kestiğim katladığım süslerle evin en güzel odası olan arkadaki banyolu odayı süslerdim. dedemle balonları şişirirdik. elinden kaçan balona tüm varlığıyla söverdi dedem. duvarlara bantlardım balonları. akşama kadar beklerdim. annemler süpriz yapıp gelecek diye. eğer cuma akşamı değilse gelemezlerdi. hınçla süsleri sökerdim. gözlerim dolu dolu ellerimi bağlayıp televizyonun karşısındaki kirevite otururdum. pencerenin demirlerine yüzümü dayar tül perdeyi kafamın arkasına atardım. bahçenin ilerisindeki caminin füzeye benzeyen minaresine bakardım. elma ağacıma bakardım. caminin arkasındaki çaydanlık takım yıldızını çıkarır, sağda (doğu demek istiyorum burada aslında) ceviz ağacının arkasında, yaprakların arasında teraziakrep ve yayı görmeye çalışırdım. ceviz ağacının haşmetine saygı duyardım. dedem de kaçamak bakışlarla beni kontrol ederdi. nenem ortadan kaybolurdu. o sırada şeker ve irmik kokusu alırdım. işte o an hissedilen şey; buruk sevinç. buruk nasıl bi sıfattır, kelimeye ne anlamı veriyor; onu net bi şekilde anladım o zaman. 
nenem, büyücek bi tabakta fuji dağı şekli verilmiş etrafına çatalla desen yapılmış irmik helvasıyla çıkardı mutfaktan. sonra dolaptan beyaz (ki beyaz varsa şanslıyım, genelde kırmızı burgulu eşşek kadar olurdu) bakkal mumu saplardı ortasına. dedem gülerek ''iyi ki doğdun Berit!'' der alkışlardı. ''çok seviyorum sizi çocuklar'' tarzında, bi kolumla birine bi kolumla ötekine sarılırdım. annemler de bok yesin gelmesinler çok da umrumda! ulan işalla güzel hediye almışlardır ya. babam probis aldıysa affedebilirim bile.



yayla dönemi kapanıp yazları dersane dönemim başlayınca her sene toplamda iki arkadaşımla kutladım doğumgünlerimi. o iki arkadaşın kim oldukları değişirdi ama asla üç kişi olmazlardı.

gece harry'nin doğumgününü kutlar, oturup bi dilim pasta daha yerdik. j.k. de katılırdı bize, kola doldururdum bardağına.


ne zaman bu hevesli bekleyiş biter merak ediyordum. bu yıl son bi hafta kalana kadar baktım; hâlâ da heves ediyor(d)um. haftaiçi çalışan arkadaşlarımdan ötürü haftasonu bi toplanalım dedik. zaman ilerledikçe eve girip çıkan simalar değişti. güldük, içtik, eğlendik, saçma sapan shotlı bi oyun oynadık. ''ms'yi eşekler severken'' cümlesini tamamlayamadan içkiler bitti neyseki de yırttım. ertesi gün öğleden sonraya kadar uyumadık konuştuk. diğer günlerden hiçbi farkı yoktu. biraz angut arkadaşlarım olduğundan mı acabası, doğumgünü çocuğu yerine komadıklarından mıdır, ne bilim çok sıradandı bre. 



yıllarca süpriz bekledim. bugün hiç hevesim yok. yarın da yalnız geçirmek istiyorum. bi süredir kendimle başbaşa kalamamıştım zaten sürekli yanımda birileri vardı. yarın *mına koyduğumuz evi ve bulaşıkları yıkayacağım. sonra nereye gideceğim bilmiyorum. bi planım var ama. akşamüstü hava çekilir bi hâl alınca moda'ya gitmeyi planlıyorum. denizi izler sonra resim yaparım. kayalıktan kayalığa zıplaya zıplaya sahili baştan sona gezerim. moda'nın en sevdiğim yanı o zira. kayadan kayaya zıplamak. bi de düz bi kayaya uzanıp gökyüzünü izlemek.selçuk erdem'in karikatüründeki ters duran kaplumbağa'nın uçtuğunu düşünmesi gibi. dünyanın en şahane hissi. arka fonda beirut da olursa tadından yenmez. en güzeli de bunların hepsini yalnız yapmak olacak. 



şimdi düşününce müthiş ironi varmış aslında. insanlar öldükleri zaman irmik helvası yapılır, dağıtılır. hayrına yapılan muhterem, fonksiyonlarını sonsuza dek kaybettiğinden ötürü kendi helvasını yiyemez tabii. ben doğumgünlerimde helva yiyordum. öldüğümde de yaş pasta dağıtsanıza lan! ehe ne güzel bence ki! ama beyaz kremalı, meyveli, muz yoğunlukta ha bi de antep fıstığı da olsun.



6 Mayıs 2012 Pazar

Başlık Düşündüğüm Kadar Yazıyı Düşünmüyorum Lan!


Tuhaf bir kadın Ebru Gündeş. Nerde/nasıl/ne zaman çıkacağı belli olmuyor. Hususi olarak dinlemeseniz bile en olmadık anda çıkıp durduk yere insanın *mına koyuyor.

Dün, ağdacıda tüm albümünü dinlemiş olmalıyım. 3. şarkıdan sonra ağdacım: ''Ebru'yu çok severim ben'' dedi, o an onaylıyor gibi yapıp bi nevi muhabbet mi etsem diye düşündüm, sessiz kaldım sonra. Sürekli muhabbet kuracağım diye esnafı, taksiciyi, bakkalı onaylayıp duruyordum. Bu sırada bacağımdaki acıya yoğunlaşmamak için farklı metodlar deniyordum; duvarın eski rengini hatırlamaya çalışarak kendime yoğunlaşacak bir nokta buldum. ''pembeydi galiba''.
''cart!''
''Sağ duvarda kedi çıkartması vardı. hmm bi de kelebekler vardı.''
''cart!''
Odanın eskisiyle yenisi arasındaki 7 farktan sonra lambayı incelemeye başladım. Kareydi.
''Işığı daha net yayıyor olmalı. Yuvarlak olsa ışık nasıl düşerdi acaba?''
''cart!''

Artık kafamı takacak bir şey bulamamıştım. işte burada devreye Ebru Gündeş girdi. Daha önce duymadığım şarkıları çalıyordu. Hoş kaçak'tan başka bi de çingenem şarkısını biliyorum (aa bi de şey vardı: akıllı ol dırınım senin aklını aalırıım!) Herneyse. ''Yeni albüm mü yoksa ağdacım kendine best of mu yapmış acaba?'' dedim. Dinlemeye başladım. Ardı ardına gelen şarkıları bi öncekiyle aynıydı benim için. Sözler, tema, melodi, müzikalite. Dinlemeye devam ettim, bi şarkısında şöyle diyordu: hiçbir zaman unutmayı denemedim.

O andan itibaren fiziksel acım yok oldu. Kayboldu. Nasıl lan... Buna benzer zilyon tane şarkı var, biliyorum. Ama bi sinirim bozuldu. O an ağdacıda değildim de sanki Ebru Gündeş bendim, sahilde yürüyüp uzaklara bakıp daha sonra hüzünle başımı iki yana sallayarak klipte oynuyordum. O an konu olarak tıkanmış dizinin ''flashback de yaptık hımm şimdi de karakterin acı dolu yürüyüşüne fon müzik ekleyim'' diyen senariste kurban gitmiştim sanki. Böğrüme öküz oturdu. İç sesim donup kalmıştı; ''burada, tam da bu halde hatırladığın o mu yani? bravo olm valla bravo...'' diye düşünüyor olmalıydı.
''cart!''

''Bitti. Başka bi şey var mıydı canım?''
Sesimi kontrol edebilmek için öksürdüm: ''almışken devam et ya. nereyi görüyorsan yapıştır ağdayı, valla.''
''Bi de az önceki şarkıyı bi daha açtırır mısın? sesi de kökle...''

Üniversite yıllarında ruhumu sıkıştıran, depresif, kurabiye sesli entel adamları dinleyen ablamın mezun olduktan iki yıl sonra çektiği aşk acısı sebebiyle İbrahim Tatlıses dinlediği dönemi aklıma geldi. ''Napıyorsun abla sen? Titre ve kendine gel! Güzel sanatlar okudun sen! 4 yıl boyunca eski, deforme olmuş, siyah hırka ve boya bulaşmış kot giyerek dolandın kampüste!'' diye yakarışımı hatırladım. Ha yine de kurabiye sesli depresif adamlardansa ibrahim tatlıses daha bi çekilirdi.

Müslüm Gürses eşliğinde kendini jiletleyenleri de anladım bi nebze. Fiziksel acıyla duygusal acının birbirine karışması, hönküre hönküre ağlamak gibi rahatlatıcıydı.

Cüzdanımdaki bütün parayı verip pırıl pırıl çıktım ağdacıdan.